Skip to main content

Bir Daha Asla

Bu dijital müze tarihsel gerçekleri görünür kılarak geçmişle yüzleşmeyi, kolektif hafızayı ve hakikat arayışını güçlendirmeyi, adalet ve barış inşasına katkı sunarak daha adil bir geleceğin temellerini atmayı amaçlayan bir bellek mekânıdır.

Kaynak: Test

Hannah Arendt, insanlık durumunun karmaşıklığını ve insanların geçmişle olan ilişkisini sorgularken, unutuşun tehlikelerine dikkat çeker. “İnsanlar, tarihsel olayları unuttuklarında, o olayların doğurduğu sorumluluklardan da kurtulmuş olmazlar; aksine, geçmişin yankıları gelecekteki varoluşlarını biçimlendirmeye devam eder.” Bu yaklaşım, Zilan Dijital Hafıza Müzesi’nin temelini oluşturmaktadır.

Tarihçi Sedat Ulugana, katliamı “20’nci Yüzyıl’ın ilk Kürt soykırımı” olarak tanımlarken, Zilan Katliamı’nın boyutunu ise “Buğday başağı dahi yok edildi” sözleriyle ifade etmektedir.

Bu müze, “Bir daha asla” demenin yalnızca bir dilek değil, toplumsal bir sorumluluk olduğunu hatırlatır. Kaybedilenlerin anısını onurlandırmak, geçmişte yaşanan acıları yeniden anlamlandırmak ve bu acılardan öğrenerek geleceği inşa etmek için bir çağrıdır. Zilan Dijital Hafıza Müzesi, yüzleşme yoluyla unutuşa karşı bir direniş alanı yaratmayı ve adalet ile insan onurunu savunmayı amaçlar. Çünkü geçmişle yüzleşmek, yalnızca tarihin izlerini silmekten kaçınmak değil, bu izlerin anlamını çözerek insanlık adına daha adil bir gelecek kurmaktır.

Zilan bölgesi, Kürtçe’deki adıyla Geliyê Zilan, Van Gölü’nün kuzeyi ile Ağrı Dağı arasındaki dağlık coğrafyayı tanımlar. Bölge, 60’tan fazla yerleşim birimini kapsar ve adını vadiden geçen Zilan Deresi’nden alır.Bugün Zilan, idari olarak Van’ın Erciş ilçesi sınırlarında yer alır, ancak tarihsel ve kültürel anlamı, bu dar coğrafi tanımlamanın ötesine geçer. Bölge, yalnızca doğal güzellikleriyle değil, aynı zamanda tarihsel hafızası ve Kürt halkının kimlik mücadelesindeki yeriyle de dikkat çeken bir alan olarak öne çıkmaktadır.

Fotoğraf: Ruken

Zilan Vadisi, Ağrı İsyanı olaylarından sonra devletin resmi bakış açısında bu kadim topraklar artık bir “tehlike” olarak görülmeye başlandı. Genç Cumhuriyet’in yöneticileri, geçmişin izlerini taşıyan bu bölgelere farklı bir gözle bakıyor, halkların varlığını bir tehdit olarak algılıyordu.

Öyledir ki 1926’da kaleme alınan gizli bir raporda, dönemin yetkililerinden Mustafa Abdülhalik Renda, Ağrı Dağı havalisi, Zilan Vadisi, Sason ve Dersim’i “isyan potansiyeli taşıyan” bölgeler olarak tanımlıyordu. Ancak bu tanımlama, yalnızca siyasi bir analiz değil, aynı zamanda bir toplumun varoluş mücadelesine dair bir kararın habercisiydi. Rapor, bu bölgelerin “hâlledilmesi” gerektiğini öne sürülüyordu.

Resmi kayıtlarda "1930 Zeylan Ayaklanması" olarak geçen olaylar, aslında bir dizi devlet provokasyonu ve ardından gelen katliamların başlangıcı olarak anlatılagelmiştir. Umumi Müfettiş İbrahim Tali Bey’in Ankara’ya isyan haberini iletmesiyle, devletin en üst kademeleri hızla harekete geçti. Çankaya Köşkü’nden gelen emirlerle, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak ve Başvekil İsmet İnönü de dahil olmak üzere üst düzey yöneticiler, isyanın derhal bastırılmasını istedi.

Takvim 13 Temmuz 1930’a geldiğinde, dönemin koşullarında bu başkaldırıyı temsil eden figürler İhsan Nuri ve Ardeşir Muradyan gibi liderlerdi.

“Eşkıyanın derhal tedip ve tenkil edilmesi,” yani isyana karışanların caydırıcı ve şiddetli bir biçimde cezalandırılmasını içeriyordu.

“Tedip”, uslandırma ve yola getirme anlamına gelirken, “tenkil” düşmanların cezalandırılmasını ifade ediyordu. Ancak bu kavramlar, resmî dilin soğuk ve örtük ifadeleriyle, aslında bölge halkına yönelik kitlesel yok etme ve şiddetin birer maskesi haline geldi. Bölge, yalnızca askerî operasyonlarla kuşatılmakla kalmadı, aynı zamanda yıllarca süren bir izolasyona tabi tutuldu. 1931 yılı itibarıyla bölge tamamen boşaltılmış, hayatta kalanlar Türkiye’nin batısına ve farklı bölgelere sürgün edilmiştir. Bu sürgünler, yalnızca fiziksel bir tahliye değil, aynı zamanda Kürt nüfusun demografik yapısını değiştirme ve toplumsal hafızayı silme politikasının bir parçasıydı.

Bölge halkı üzerindeki sıkı denetim ve yerleşim kısıtlamaları çok daha uzun yıllar devam etmiştir. Resmî olarak yasak bölge statüsünün kaldırıldığına dair kesin bir tarih bulunmamakla birlikte, 1950’li yıllardan itibaren bölgeye kademeli olarak yerleşim izni verildiği bilinmektedir. Ancak sürgün edilenlerin büyük bir kısmı geri dönememiş, bölge demografik ve sosyal açıdan önemli dönüşümler geçirmiştir.

Böylece, 1930 yazında, binlerce askerden oluşan bir ordu Zilan’a girdi.

Resmi rakamlar, 15 binden fazla sivilin hayatını kaybettiğini söylese de, gerçek sayının ne yazık ki çok daha yüksek olduğu düşünülmektedir.

Köyler yakıldı, ekinler ateşe verildi, su kuyuları kapatıldı.

Hayvanlar, inekler, keçiler, koyunlar – tümü katledildi.

Zilan Deresi’nin derin vadilerinde, halkın direnişi kırıldı.

Askerler, köylerdeki sivilleri esir aldı ve onları katliamın yapılacağı bölgelere doğru zorla götürdü.

Katliam taburları, köy muhtarlarını, “nüfus sayımı yapılacağı” bahanesiyle, bu işkenceli yolculuklarına katılmaya zorladılar. Ve o gece, Zilan Çayı’nın üç ana kolunu oluşturan Hecideri Deresi, Hesenevdal Deresi ve Komir Deresi vadilerinde, binlerce sivil, mitralyözlerle tarandı.

Bu mekân, Zilan Katliamı’yla kaybedilen yerlilik kimliğini hafıza mekânına dönüştürerek tarihsel adaleti sağlama çabasıyla, katliamda yitirdiği geniş ailesine olan adalet borcunun bir yansıması olarak, genç bir Kürt kadın tarafından yaratılmaya çalışılmıştır.